Üst üste bu kadar darbenin, sadece ilgili ülkelerin iç siyasi çekişmelerinden kaynaklanmasının bir rastlantı olması çok akla yatan bir şey olmasa gerekti. Nitekim, bu darbeler sadece kritik mineraller bakımından zengin olduğu bilinen ülkelerde oluyordu, diğerlerinde değil ve de her birinin perdesinin önünde ya da arkasında küresel hegemonya savaşlarının geleneksel ya da piyasaya yeni çıkan oyuncularının isimleri geçiyordu.
Bu kritik minerallere gelince, onlar da başta güneş paneli ve bataryalar olmak üzere yenilenebilir enerjinin gereksinim duyduğu bileşenlerin üretiminde yoğun olarak kullanılan elementlerdi. Bu parçaları bir araya getirince başta işaret ettiğim fikrim sabitlik mertebesine geldi. Ama uzmanı olmadığım için, biraz da periyodik cetvel çok içimi açan bir konu olmadığından pek de kurcalamadım.
Yanılmıyorsam kritik mineral yatakları bir şekilde paylaşıldı ki son 1-2 yıldır Afrika’daki darbelerin bir şekilde sesi soluğu kesildi. Bunun yerine, kesilme ve yok olma tehdidi altındaki zeytinliklerini ya da siyanür yüzünden belki de yok olmaktan daha kötü olacak tarım arazilerini savunmaya çalışan kendi insanlarımızın, tatil dönüşü domatesimizi istersek tezgâhtan değil yolun kenarındaki tarlalarından toplayabileceğimiz köylü kardeşlerimizin yaptıkları protestoların haberlerini okumaya başladık. Karşı çıkışlarının temelinde tarım arazileri üzerinde veya yakınlarında yapılması planlanan maden faaliyetleri olduğu herkesçe bilinen bir şeydi.
Yakınlarda çıkan, tarım ve doğal yaşama rağmen maden faaliyetlerini kolaylaştırıcı yasal düzenlemelerle birlikte malum zaten ilam edilmiş oldu. Zira bizzat kanun teklifinin gerekçesinde enerji arz güvenliğini sağlamak ve yenilenebilir enerji yatırımlarını hızlandırmak ifadeleri yer alıyordu. Kanunda stratejik ya da kritik madenler tanımlanıyor ve hangi madenlerin “kritik” sayılacağı kararı Savunma ile Sanayi ve Ticaret bakanlıklarının ortak görüşüne havale ediliyordu.
Parlamento cephesinde bunlar olurken, Uluslararası Enerji Ajansı – IEA’nın Global Kritik Mineraller 2025 Görünümü başlığıyla bir rapor yayınladığı dikkatimi çekti. Linki açamadıysanız kullandığınız internet tarayıcının adres satırına şunu yazıp tekrar deneyin lütfen: https://www.iea.org/reports/global-critical-minerals-outlook-2025/executive-summary.
IEA’nın yıllık raporlar yayınlayacak kadar titizlikle ele aldığı bir konu olduğunu da bu vesileyle fark edince, Milaslı köylülerin derdine derman olabilecek bir şeyler bulabilir miyim diye Rapor’u okumaya giriştim.
Bekleneceği gibi; dünyada kritik minerallere yönelik talebin, ortalaması çift haneli rakamlarla ifade edilecek şekilde artmış olduğunu ve bu artışın kaynağının da enerji sektörünün, özellikle yenilenebilir üretim santralleri, enerji depolama ve elektrikli araçlar için gereken bataryalar ve tüm bunları hayata geçirmek için zorunlu olan elektrik şebeke altyapısının ihtiyaçları olduğunu raporun özetinin hemen başında okudum. Bu durumu ortaya koyan en çarpıcı rakam, bataryalarda kullanılan mineraller olan lityum, nikel, kobalt ve grafite olan talep artışının yüzde 85’inin enerji sektöründen kaynaklanması olduğunu da görünce doğru izin peşinde olduğumdan emin oldum.
Talepteki bu artışa karşılık fiyatların düşmekte olduğunu öğrenmek biraz şaşırtıcı oldu ama Rapor’a göre özellikle batarya minerallerinde Çin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Endonezya kaynaklı arz fazlasının olması, fiyatların pandemi öncesi seviyeye gerilemesine yol açıyor.
Üretim süreçlerinin daha esnek ve ölçeklendirilebilir olduğunu anladığımız bu minerallerde arzı, dolayısıyla fiyatları denetlemenin, süreçlerin daha yavaş işlediği bakır ve alüminyuma göre daha elverişli olduğunu anlıyoruz. Aynı nedenle batarya minerallerinde fiyat dalgalanmaları da her iki yönde de daha büyük aralıklarda oluyor.
Fosil yakıtlarla bir benzerlik kuracak olursak, maden arama ve çıkarma faaliyetleri, petrol ve doğal gaz tarafında yukarı akış (“upstream”) diye sınıflandırılan sondaj ve üretim faaliyetlerine tekabül ediyor. Kritik minerallere olan talebin IEA’ninki de dahil olmak üzere tüm gelecek projeksiyonlarında artış yönünde olacağı beklendiğinden, arzı kontrol edebilen üretici ülkelerin ve oralarda kurulu ilgili şirketlerin, satış fiyatlarını, dolayısıyla kârlılıklarını da ayarlayabileceklerini düşünebiliriz, zira maden çıkarma faaliyetinin katma değer yaratan seviyede bir faaliyet olduğunu düşünmüyorum.
Rapor’a göre, sektör yatırım iştahı bakımından da çok ideal bir iklim sunmuyor. Bunun temel nedeni hem genel küresel hem de pazara özgü belirsizlikler. Kesin olan tek şey artan talep. Fakat buna rağmen 2024 yılında yatırımlardaki artış yıl temelinde yüzde 5’te kalmış ki enflasyon muhasebesine vurulduğunda bu oran reel olarak yüzde 2’ye düşüyor. 2023 yılında aynı oran yüzde 14 olarak gerçekleşmiş. Yukarı akış tarafındaki maden arama ve üretim pazarındaki yatırımlar 2020 yılından beri ilk kez yatay seyretmiş. Farklı mineraller temelinde bakıldığında lityum, uranyum ve bakır yatırımları artarken kobalt, nikel ve çinko ciddi ölçüde azalmış.
Maden çıkarmaya kıyasla göreceli olarak daha katma değerli olabilecek faaliyet alanı, çıkarılan ham mineralin işlenmesi olabilir. Çünkü bu işi yapabilme bilgisi hem süreç hem de teknoloji bakımından daha nitelikli bir tasarım ve mühendislik çalışmasını gerektirebilir.
Petrol ve doğal gaz benzetimini sürdürecek olursak buna da madenciliğin aşağı akış (“downstream”) tarafı olarak bakabiliriz. IEA’nın raporundan anladığımız kadarıyla; kritik minerallerin işlenmesi konusunda tedarik zincirlerinin çeşitliliğini arttırmak IEA’nın stratejik olarak değerlendirdiği önceliklerden birisi olsa da 2024 yılında tam tersi yönde bir gelişme yaşanmış ve “rafineri” kapasitesi en büyük olan üç ülkenin 2020 yılında yüzde 82 olan ortalama pazar payları yüzde 86’ya yükselmiş.
Yine aynı dönemin (2020-24) büyüme rakamlarına bakınca, Çin tüm minerallerin işlenmesinde birinci sırada yer alıyor; kobalt, grafit ve nadir toprak elementlerinde bu oran yüzde 97-98’lere kadar çıkıyor, yalnızca nikelin rafine edilmesinde Endonezya en çok büyüyen ülke olmuş, onda da Çin yine ikinci.
2024 yılını özet olarak bu bilgiler çerçevesinde analiz eden IEA’nın Kritik Mineraller 2024 Görünümü raporu, daha sonrasında geleceğe ilişkin tahminlerine yer veriyor. Tüm başlıklarda hedef olarak 2035 yılı alınmış. Kimi temel başlıklardaki öngörüleri özet olarak tekrar edecek olursak:
Arz Güvenliği: Öngörülen talebin karşılanması bakımından; nikel, kobalt, grafit ve nadir toprak elementleri arzında bir problem beklenmiyor, ancak lityum ve bakır için arz kaynaklı riskler olabilir. Özellikle yüksek sermaye maliyetleri, keşfedilmemiş yeni cevherlerin bulunamıyor oluşu, bozulan cevher kalitesi ve uzun teslim süreleri 2035 yılında bakır arz ve talebi arasında yüzde 35 oranında bir açık olacağına işaret ediyor. Lityumda ise yatırım iştahı bakıra göre daha yüksek olduğundan planlanan projelerin tamamlanacağı ve bugünkü eğilimlerle 2030 yılı için korkulan arz talep farkının yaşanmayacağı tahmin ediliyor.
Rapor’dan çıkarılabilecek, arz güvenliğinin önündeki en temel riskler; küresel jeopolitik belirsizlikler, ihracat kontrolleri, üretici ülke temelindeki çeşitliliğin artması yönünde direnç, yüksek yatırım maliyetleri, fiyat istikrarsızlığı ve bunları gidermek için gereken kural-temelli piyasa mekanizmalarıyla ülkeler arası işbirliği ve ortaklık anlayışının çok gelişmemiş olması.
Çeşitlilik Artışı: Aşağı akış yönünde kilit oyuncu ülkelerin sayısında hiç ciddi bir artış beklenmiyor. Tahmin edilen oran 2020’deki yüzde 82’ye geri dönmek. Yani Çin’in bu alandaki egemenliği devam edecek diyebiliriz. Yukarı akış yönündeyse beklenen çeşitlilik artışı bazı temel minerallerde sadece biraz daha iyimser. Aşağı akış tarafında olduğu gibi, burada da üç büyük üretici ülkenin pazar paylarının ortalama olarak günümüzdeki yüzde 77’den 2020 seviyesi olan yüzde 72’ye düşmesi bekleniyor.
Arjantin ve Zimbabwe’nin lityum örneğinde pazar paylarını büyütmesiyle gözlemlenen çeşitlilik artışı, grafit ve nadir toprak elementleriyle birlikte sürecek görünüyorken; bakır, nikel ve kobalt çıkarma faaliyetlerindeyse tam tersi yönde bir yoğunlaşma beklentisi hakim.
Çevresel ve İnsani Faktörler: Ülkelerin ÇED’vari kendi düzenlemeleri dışında, bu konuda uluslararası temelde kabul gören yönetmelik ve standartların olmadığını anlıyoruz. Herhangi bir yaptırım gücü olmasa da IEA bu konuda geleceğe dönük olarak ümitli. Geliştirilebilecek “izlenebilirlik sistemleri” ile sürdürülebilir, sorumlu ve güvenli tedarik zincirleri sağlayacak politikaların uygulanabileceğini söylüyor.
Raporun da mercek altına aldığı son yılda olumlu sinyaller de alınmış. Örneğin; 25 büyük madencilik şirketi arasında, çevresel ve sosyal on anahtar gösterge konusundaki performans bilgilerini kamuya açma oranı 2023 yılında yüzde 60 iken, 2024 yılında yüzde 85’e çıkmış. Ayrıca; karbon emisyonları, su kullanımı ve atık gibi çevresel göstergelerde uzun yıllar sonra iyileştirmeler olmuş. Bunlarla birlikte, işçi sağlığı ve güvenliğiyle ilgili performans göstergeleri başta olmak üzere sosyal taraftaki iyileştirmelerin hızı yavaşlama eğilimine girmiş.
IEA’nın raporu tabii ki çok daha kapsamlı, uzmanların ve ilgililerin ayrıntılı değerlendirmeler yapabileceği tüm veriler; yıl, ülke, kritik mineral ve madencilik faaliyeti temelinde grafik gösterimleriyle birlikte yer alıyor. Ama, başlıkta sorduğumuz sorunun cevabı üzerine düşünmek için bu kadar özetin yeterli olduğunu düşünüyorum. Evet, kritik mineraller Milas köylülerine ne vaat ediyor olabilir ve ne pahasına?
Öncesinde bir parantez açıp, ülkedeki mevcut duruma ve politika koyucuların tespitlerine göz atmak yerinde olur. Bu konuda şanslıyız, zira Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2025 yılı için Türkiye Kritik ve Stratejik Madenler Raporu’nu yayınlamış. (Linki açamayanlar tarayıcılarının adres satırına şunu yazıp tekrar deneyebilir: https://enerji.gov.tr/Media/Dizin/TKDB/tr/Belgeler/Türkiye_Kritik_ve_Stratejik_Madenler_Raporu.pdf
Raporda; aralarında yenilenebilir enerji alanındaki öneminin ikinci sırada yer aldığı kimi ölçütlere göre, olası mineraller süzgeçten geçiriliyor ve Türkiye’de rezervi olup olmamasından bağımsız olarak, a) Yüksek Öneme Sahip, b) Önemli, c) Potansiyel Olarak Önemli olarak sınıflandırılıyor. Buna göre birinci kategoride lityum, gümüş, titanyum, demir, manganez, çinko, bakır ve alüminyum yer alıyor.
İkinci kategoride ise nikel ve nadir toprak elementleri başta olmak üzere toplam 19 mineral bulunuyor.
Gözlerim tabii ki efsanevi bor mineralini arıyor, neyse ki son kategoride de olsa en azından listelerde olduğunu görünce içimiz rahatlıyor.
Rapordaki bilgiler esas olarak bu listelerle, bunların oluşturulmasına dayanak olan bilgiler ve kullanılan metodolojiyle sınırlı. Söz konusu minerallerin mevcut rezervleriyle ilgili bilgiler yok. Ama onlara hızlı bir kaynak taramasıyla internet ortamında ulaşılabiliyor. Bilinen bakır, çinko, alüminyum ve tabii ki “bor” rezervleri dışında, dünyanın en büyük ikinci nadir toprak elementleri rezervinin 2022’de Eskişehir Beylikova’da bulunduğunu bu yolla ve yeni öğrenmiş oldum.
Öte yandan, tüm bunlardan daha önemlisinin, buradan nasıl bir strateji ve politika çıkarılacağı olduğunu düşünüyorum. Buna ilişkin bir ipucunu Bakanlık’ın raporunda ya da başka bir kaynakta göremedim. Ama bizzat aynı rapordan Kritik Madenler Strateji Belgesi adıyla yeni bir çalışmanın yapılmakta olduğunu ve sonuçlarının 2025 yılı içerisinde yayınlanacağını öğreniyoruz. İlgi ve merakla bekliyor olacağız.
Parantezi kapatıp Milaslı hemşerilerimize ve tabii ki onların nezdinde tüm yurttaşlarımıza dönecek olursak, buraya kadar derlediğimiz bilgiler ışığında ve sadece düz mantık kullanarak; yüksek öneme sahip olanlardan ve ülkede rezervi olduğu tespit edilenlerden başlamak üzere, bol miktarda yukarı akış yönünde maden arama ve çıkarma faaliyeti olacağı açık.
Yukarıda belirttiğim gibi, maden çıkarma faaliyeti fazla katma değer yaratan bir faaliyet olmadığı için, buradan vatandaşa, artacak olan GSMH’den düşecek pay kalacaktır. Bu payın toplam miktarını, temel olarak lisans verilecek şirketle Bakanlık’ın yapacağı sözleşme ve tabii ki ilgili madeninin uluslararası pazardaki fiyatı belirleyecektir.
Buna ilaveten, alın yazılarında maden sahalarına yakın topraklarda doğup büyümek yazılmış olan ve zeytinliklerini ve/veya diğer tarım arazilerini yukarı akış yönlü maden faaliyetlerine feda edecek, bunun karşılığında geçimlerini maden sahasını işleten şirketlere taşıma, temizlik, iaşe gibi yan hizmetleri temin ederek sağlayacak başka yurttaşların payına, yine nikel ve benzerlerinin küresel satış fiyatına bağlı olarak değişecek yevmiye ücretleri de düşecektir.
Aynı soru etrafında toplumsal fayda üzerinde düşünürken, katma değeri kıt maden arama faaliyetiyle, daha zengin maden işleme faaliyetini ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Zira katma değer sadece GSMH havuzunu büyütmekle kalmayacak, aynı zamanda daha çok kişiye daha nitelikli istihdam fırsatları yaratacak, gerekli yan sanayinin gelişmesine ve sektörel büyümeye yol açacak, aynı zamanda Ar-Ge faaliyetlerini de destekleyecektir.
Bu gözle bakınca; Bakanlık’ın raporunda yüksek öneme sahip olarak sınıflandırılmış ve Türkiye’de sadece rezervleri değil, işleme bilgi ve tecrübesinin de olduğu gümüş, çinko, bakır, alüminyum madenleri etrafındaki üretim ve sanayi faaliyetleri, daha zahmetsizce hasadı elde edilecek ürünler olarak duruyor.
Bunların arasında yer alan bakır ve alüminyumun elektrik şebekesi altyapısında kullanılan temel mineraller olduğu göz önüne alındığında; buradaki büyümenin, hızla elektrikleşen dünyada artan taleple birlikte ihracat yönünde de hızla büyüyen elektro-mekanik ve kablo / iletken sanayileri için itici yönde etkileri olacaktır. Dolayısıyla Bakanlık’ın yayınlanacak Strateji Belgesi’nde bu yönde destek politikalarının yer alması yerinde olacaktır.
Yine aynı şekilde; rezervleri bulunan nadir toprak elementlerinin sadece çıkarılmasıyla kalmayıp işlenmesine yönelik destek politikalarının da atlanmadığını görmek tüm yurttaşların beklentisi olmalıdır. Bunlar gibi rafineri faaliyetleri desteklenip yatırım ve büyümeye uygun bir ekosistem kurulduğunda, ülkede rezervi olmasa bile belirli minerallerin kaynaklarına sahip ülkelerle, tabii ki darbelere bulaşarak değil, ortak çıkarlara dayalı iş birliği anlaşmaları imzalanarak sektör daha da geliştirilebilir.
Son olarak, katma değerli herhangi bir üretim faaliyeti bakımından göz ardı edilmemesi gereken alanın, yenileşime yol açacak teknolojilerin geliştirilmesi olduğunu herkes kabul edecektir. Strateji Belgesi’nde bu iyi temenninin beyanı dışında, somut hedef ve destek mekanizmalarına yer verilecek mi diye de merak edelim bakalım. #IEA’nın kaynaklarında bu konuda, yapay zeka destekli kritik mineral sondajından sentetik grafit üretimine kadar epey bir ipucu bulunuyor.
Bu kadar sözden sonra Milaslı köylüleri tabii ki unutmadım. Şu çok açık: bu işlerin sonunda sadece zeytinliklerinden olmayacaklar, atalarından miras yaşam tarzları, sosyal ilişkileri, aile düzenleri ve alıştıkları, bildikleri, gördükleri her şey değişecek.
Varsa, maddi kayıpları ki kendi ömürleri içinde bir kayıp yaşamamaları da mümkün, bir şekilde telafi edilebilir. Ama sorumlu ve gururlu yurttaşlar olarak, bunun karşılığında; kendi torunları, komşuları, hemşerileri ve kendileri gibi tüm yurttaşların geleceği için “memlekete hayırlı” diye bildikleri, bilimin ve fenin rehberliğinde daha müreffeh, daha sürdürülebilir, daha uzun vadeli, daha planlı bir gelecek umudu olduğunu görmek yüreklerine bir miktar su serpecektir.
Şehirde yaşayan ve tarımsal faaliyetle tek kesişim noktası #Milaslı köylülerin ürettiklerini marketlerden satın alıp tüketmek olan kendimi ve benim benzerlerimi de unutmadım. Asıl çuvaldızı hak eden bizleriz çünkü. Kabahat varsa bir yerlerde, o ne fosil yakıtta, ne yenilenebilir enerji ve onun gereksindiği kritik mineralde.
Daha hızlı dolan elektrikli araç bataryası, daha çok mega pikselli kamerası olan akıllı telefon, daha hızlı iş gören yapay zekâ ve benzeri “en büyük mega baytı ben tükettim, en torklu arabayı da ben sürdüm” oburlukları bizlerin başının altından çıkıyor da ondan.
“Peki peki anladık” diyebilmek umuduyla…